Bir Hikayem Olsa...

Dün akşam Harry Connick Jr.’un konserindeydik. When Harry Met Sally’de “It had to be you” ile tanıştığım Harry Connick Jr’un konser performansı süperdi. Süper sahne performansının nedeni çok iyi olan müziklerin yanı sıra paylaştığı kendisiyle ilgili hikayeleri ve izleyici ile kurduğu bağdı. Önce “turkish delight” hikayesi, sonrasında da annesinin de bir dönem İstanbul’da yaşamış olduğundan, İstanbul ile arasında farklı bir bağ olduğundan ve 13 yaşında annesini kaybettiğinden bahsetti, konserin sonuna doğru ön sıralara gelen 10 yaşındaki en küçük izleyici ile yaptığı konuşmada üç kızını bizinle paylaştı. Sonuç: Muhteşem keyifli bir konserJ Konser çıkışında ise herkeste kalan tat hikayeler ile ilgiliydi. Acaba hikayeler olmasaydı, konser çok daha tuzsuz mu olurdu diye düşündüm. Devamında ise bugün son dönemde üzerinde çok düşündüğüm hikayeler ile ilgili yazmak istedim: Bugün hikaye günü olsun…

Hikayelerden etkileniyoruz, hikayeleri satın alıyoruz ve kendi hikayemizi yazmaya, paylaşmaya çalışıyoruz. Oyun kurgusu ve neden sonuç ilişkileri dışında aslında hikayelerin çok fazla beynimizin sol yarıküresiyle işi yok, hikayeler daha çok beynimizin sağ yarıküresiyle birlikte yaratıcılığı, farklı konular arasındaki bağlantıları ve çağrışımları canlandırıyor hepimiz için. Belki de ciddi iş dünyasında uzun yıllar hikayelerin çok da prim yapmaması bu yüzden.
Seminerlerde neler oluyor?
Seminer konusu satış teknikleri, koçluk ya da sunum becerileri olsun hiç fark etmez, temeldeki amaç her zaman birileri üzerinde bir etki yaratmanın sihrini paylaşmak… Bu cümledeki özneler ve nesneler içinde bulunulan sektöre göre ya da katılımcı profiline göre değişiklik gösterse de varılmak istenen sonuç sürdürülebilir yüksek etki gücü… Bugün belki de zorlu rekabet koşullarının bir hediyesi olarak çok iyi biliyoruz ki artık, hikayeler bu noktadaki en etkili araçlar. Eğer hala küçük de olsa bir soru işaretiniz varsa, ilkokul günlerinizi bir ana için hatırlayın.  Çarpım tablosunu ezberlerken gösterdiğiniz çaba ve iki gün sonra aklınızda nelerin kalabildiğini bir düşünün, ya da en sevmediğiniz dersin sınavından önce kitabın çok sayfasındaki cümleleri sadece bir günlüğüne zihninize kazımaya çalıştığınızı hatırlayın. Umarım çarpım tablosunu hala hatırlıyorsunuzdur, ancak bir dolu fen derslerinden kalan formülü, tarih dersinden kalan notları (bugün gibi iddialı bir zaman aralığı söylemiyorum) bir sonraki sınav gününe kadar bile aklınızda tutamadığınızı hatırlayın. Bununla birlikte bir hikaye eşliğinde anlatılan dersler bugün bile aklımızda, çünkü o hikayeleri keyifle dinledik, çünkü o hikayelerle aramızda bir bağ oldu ve öğrenme süreci muhteşem çalıştı. Büyüdüğümüzde de aynı dinamikler çalışmaya devam ediyor, birilerine bir ürün ya da hizmet satmak istediğinizde ona bir hikaye yazdığınızda sonuç alıyorsunuz, o ürünü aldığı, kullandığı mutlu olduğu bir resim çiziyorsunuz. Sanal deneyimden kişi etkilendiyse satın alıyor, nokta.
İki haber:
Kötü haber: İnsanlar üzerinde etki yaratmanın seminer hapı ya da daha aktarca ifadeyle iki tutam otluk ve bir taşım kaynatmalık bir iksiri yok. Katılacağınız bir seminer, okuyacağınız bir kitap, eski bir yöneticiniz ya da çok sevdiğiniz ağabeyinizin size öğretebileceği etkileyici bir formül maalesef yok. 
İyi haber: İnsanlar üzerinde etki yaratmanın seminer hapı ya da daha aktarca ifadeyle iki tutam otluk ve bir taşım kaynatmalık bir iksiri yok. Eğer böyle bir sır olsaydı, işin eğlencesi de kalmazdı sanırım. Kimin hangi hikayeden nasıl etkileneceğini bilmediğimiz için, iyi bir hikaye sonrasında gerçekten keyif alıyoruz. Bazen bir hikaye ile birilerine gerçekten dokunabildiğimizde kocaman bir etki yaratırken, bazen de istediğimiz tepkinin kıyısından bile geçemiyoruz. Hiçbir garanti sunmamakla birlikte hikayelerin en güzel kısmı, asla risk almamanız… Aldığınız en büyük risk sadece dokunamamak olacaktır, kimse hikayenizden dolayı size kızmaz, sizi karşısına almaz, çünkü tüm anlattığınız sadece bir hikayeJ Hikayeler metaforları çok başarılı bir şekilde kullanırlar, kumda elinizde bir sopayla yazı yazmak yerine kocaman kumdan bir kale inşa etmek gibidir, hikayenizi anlatmak. İnsanlar merak ederler, daha da çok anlayabilmek için fark etmeden sizi takip ederler, soru sorarlar ve hep birlikte zenginleşiriz. Sonuç: İyi ki hikayeler var.
Hikayeler ne zaman iyi çalışır?
Hikayelerin iyi sonuç vermesi için öncelikle sizi anlatmaları ve sizden bir şeyler içermeleri gerektiğini düşünüyorum. Yazının ilk sorusu: “Birkaç cümle ile hikayenizi anlatsanız, bu cümleler neler olurdu?” Bununla birlikte dinleyici grubuna göre hikayenizi onların kendileri için bir şeyler bulabilecekleri şekilde farklılaştırmanız da önemli olacaktır. Yazının devam eden soruları:
-          Hikayenizi yuva sınıfındaki çocuklarla paylaşsanız nasıl şekillendirirdiniz?
-          Tüm ilkokul ve lise öğretmenleriniz sizin hikayenizi dinlemek için toplandılar. Onlara neler anlatırsınız?
-          100 yaşındasınız, sürpriz doğum günü partinizde hikayenizi anlatıyorsunuz, neler duyuyorsunuz?
Sahnedesiniz, hikayenizi anlattınız şu ana kadar her şey çok iyi, ne güzel… Ancak asıl hikaye şimdi başlıyor. Eğer siz sahneden indikten sonra da aynı siz iseniz, dinleyicilerinizle kurduğunuz bağ gerçek ise, o zaman insanlar etkileniyor. Kim bir maskeden bir hikaye dinlemek ister ki? Hata da yapsanız, diliniz de dolaşsa, oradaki gerçek sizse, her zaman bir krediniz daha vardır. Hikayelerin en keyifli kısmı da bu sanırım, kendin olmanın tadını çıkarmakJ
Tüm hikayeleri yakalamanız ve çok çok güzel bir hikayeniz olması dileğiyle, bilinen bununla birlikte sevdiğim bir hikayeyi yazmak istiyorum, son olarak…
Uzak yerlerden Çin’den bir hikaye: Taş Ustasının Yolculuğu
Bir zamanlar, uzak bir yerlerde fakir, ancak dürüst ve çalışkan bir taş yontma ustası yaşarmış. Tek dileği bir gün zengin olabilmekmiş. Bir sabah uyandığında mucizevî şekilde çok zengin biri olarak kendini bulmuş O kadar çok altını varmış ki, neye isterse sahip olabilirmiş. Bu kadar çok altının, zenginliğin sarhoşluğunda gururla “En güçlü benim” diye haykırmaya başlamış. Taş yontma ustasının bu özgüveni güneşi çok güldürmüş. Biraz da alaycı bir tavırla güneş ustaya sormuş: “Bu kadar çok güçlüysen, ağaçları, çiçekleri bitkileri büyütmeni izlemek isterim. Yapabilir misin?” Bu düello daveti esas oğlan ustaya biraz ağır gelmiş, tüm altınları zenginliği bir anda gözünde yok olmuş, artık sadece güneş kadar güçlü için yakarmaya başlamış.
Ertesi gün doğan güneşle birlikte uyandığında, çok geçmeden fark etmiş ki, güneş kendisi olmuş. Tüm dünyayı ışığıyla aydınlatan, sıcacık güneş olmak çok hoşuna gitmiş, tüm yeşilleri büyütmenin etkisiyle “En güçlü ben oldum” diye tüm dünyaya haykırmış. Güneş ustanın bu haykırışları rüzgara çok komik gelmiş. “Sevgili güneş ne kadar güçlüsün. Ancak ben estiğimde bulutlar senin ışığının önüne geçtiğine ne yapabilirsin ki, küçük bir yelkenliyi bile hareket ettiremezsin, ama güçlüyüm, en güçlüyüm diyorsun.” Rüzgarın meydan okuması ustaya çok tehditkar gelmiş, artık rüzgar kadar güçlü olmak için dualar etmeye başlamış.
Çok geçmeden sabah uyandığında esen, gürleyen bir fırtına olarak kendini bulmuş. Artık tüm gemiciler onu izliyorlarmış, sadece düşünmesi bile kocaman bir fırtınaya neden olabilirken, esmenin tadını çıkarmış. Çok doğru bir karar verdiğinden emin bir gururla, tüm dünyanın en güçlüsü benim diye haykırmaya başlamış yine. Bu kez bu iddia ile dağ dalga geçmeye başlamış. “Rüzgar ustam, hadi es bakalım ne kadar esebiliyorsun. Bak ben hala buradayım, hiç kıpırdamıyorum. Senin gücün sadece suyun üzerindeki gemilere yetiyor ve sen ben en güçlüyüm diyebilecek kadar cüretkarsın inanamıyorum.”  Rüzgarın yine tadı kaçmış, ancak bu kez artık ne olmak istediğini biliyormuş. Bir sabah heybetli bir dağ olarak uyanmak için dualar etmeye başlamış.
Ve duaları birkaç gün sonra kabul olmuş, artık kocaman bir dağ olmuş. Güneş, rüzgar ona artık meydan okuyamayacağına göre dünyanın en güçlüsü olabilmişti sonunda. Kendisiyle, seçimiyle ve heybetiyle gurur duyarak yine haykırmış “En güçlü benim bu dünyada” Henüz cümlesini bitirmeden yamacına bir taş yontucu gelmiş ve başlamış kayaları kırmaya… Dağ çok öfkelenmiş, taş yontucuyla haddini bildirmek istemiş “Ne yaptığını sanıyorsun sen, benim ne kadar kocaman, güçlü olduğumu görmüyor musun? Hemen şimdi tık tık tık bana vurmayı bırak diyorum sana” Bu kez gülen taş yontucu olmuş, “üzgünüm ben bir yere gidemem, en azından evim için gereken taşları almadan bir yere kıpırdayamam. Ancak taşlarını bana vermek istemiyorsan, sen git” demiş masumca. Daha yeni dağ olan, gücünün şımarıklığı ile başı dönmüş olan dağ anlamış ki hiç kıpırdayamıyor ve taş ustası karşısında yapabileceği hiçbir şey yok. Artık bir taş yontucu olarak uyanmak için dualar etmeye başlamış.
Ertesi sabah uyandığında kendisini fakir ama çalışkan bir taş yontucu olarak bulmuş. Ancak hikayenin başındaki ustadan çok farklı biri olarak…