Bugün nefis bir seminerdeydim. Tam da inandığım, yapmaktan keyif aldığım, yapamadığım zamanlarda ise bedelini ödediğimi bildiğim bir gerçekten bahsedildi.
Hepimiz esasında hikaye yazarıyız. Biriyle tanıştığımızda onunla ilgili bir hikaye canlanıyor kafamızda. Doğru yanlış önemi yok. Önemli olan bu hikayeye bizim inanıyor oluşumuz. Öyle ki yıllar sonra sanki başka biri bize o hikayeyi anlatmış gibi geliyor ve “Ay nerden kimden duymuştum hatılamıyorum ama galiba o şöyle şöyle söylemişlerdi onun için” derken bulabiliyoruz kendimizi .
Öyleyse ciddi bir sorumluluğuz var hayata karşı. Hikayeler özellikle kan, hiddet, gözyaşı içeriyorsa kötü haber çabuk yayılır misali hızla yayılıyorlar. Çoğumuzun tahmin ettiğinin tersine aslında olumlu hikayeler daha çabuk yayılıyor. Çünkü insanlar kendi yaşadıklarına benzer hikayleri duymayı seviyorlar, veya kendi durumlarından pamuk, mutlu bir hikaye yaratmış kişilerin hikayeleri ile iyileşiyorlar.
Hangi düşünceyi seçersek oyuz evet, hangi hikayeyi yazıyorsak da onun baş kahramanı oluyoruz.
O zaman neden pembe olmasın bu hikayeler ve sonu mutlu bitmesin?
“Bana hikaye anlatma” derler; bilakis bana hikaye anlat olumlusundan, insanı yüreklendireninden olsun.