Karanlıktaki Altını Bulmak
Kişisel gelişim konularına ilgi duyuyorsanız (ki bu yazıyı okumanız ilgi duyduğunuzu varsaymak için geçerli bir neden olarak değerlendirilebilir), büyük bir olasılıkla bu ilginizin başlangıç noktası, hayatın karşınıza çıkardığı çözüm bekleyen sorunları taşımakta zorlandığınız bir ana denk geldiğini de söyleyebilirim. Zor sahnelerle baş etme becerimizi geliştirmeye çalıştıkça, kendimizde hoşlanmadığımız, var olmamasını dilediğimiz karanlık yönlerimizle de yaşadığımız yüzleşmeler daha da sıklaşır. Carl Gustav Jung’un gölge olarak tanımladığı yönlerimiz bu zor durumlarda başrolü oynamak için hep hazır durumdadır.
 

Zaman zaman kendimize bile itiraf etmekte zorlandığımız, iyice derinlere gömmeye çalıştığımız gölgelerimiz, ailemizde, yakın sosyal çevremizde veya profesyonel yaşamımızda, bizim daha fazla dikkatimizi çekebilmek için tüm fırsatları değerlendirir. Erickson Koçluğunda ilerlememizin önündeki bu engelleri “Gremlinler” (1980’lerdeki Gremlinler filmini hatırlayın: Su ile temas ettiğinde canavara dönüşen şirin yaratıklar) olarak adlandırırız. İlk bakışta, şirin, komik ve asla korkulacak bir yönü yokmuş gibi duran Gremlinler canavara dönüştükleri anda, ilerleme önündeki en kocaman engel olarak karşımıza çıkar. Bu gibi durumlarda aynen Yasemin’in hikayesinde olduğu gibi oldukça can sıkıcı, tanımlaması zor çelişkiler de yaşayabiliriz.
 

Yasemin’in Hikayesi:
İlk beş seans sonunda çok iyi yol aldığımızı söyleyebileceğim Yasemin ile zaman zaman Gremlinlere çarpmamıza rağmen, aramızdaki uyumun ve müşterinin istekliliğinin doğal bir sonucu olarak bir şekilde, bu kaygıları koçluk çerçevesinin dışında bırakabilmeyi ve bu kaygıların etrafından dolaşabilmeyi başarmıştık. Altıncı seansa geldiğimizde Yasemin özellikle bir Gremlini, “insanlarla etkileşiminde doğal olamamayı ve güven eksikliğini”, masaya yatırmak istediğini söyledi. Gölgelerin işlendiği seanslar daha derine daldığımız, zihinden uzaklaşıp duygulara ve bedene odaklanılan görüşmeler olduğu için ilk seanslarda çok da tercih edilmediğini de bu noktada eklemek isterim. Yasemin ile yaptığımız çalışmada, Yasemin’in çelişkisi çok net bir şekilde ortaya çıktı. Şöyle ki, ilk olarak ifade ettiği cümle, insanların kendisine yeterince değer vermediği, onun değerini anlamadıkları olmaktayken, daha sonraki cümlelerde birileri kendisine ilgi gösterdiğinde bu kez de kendisinin bu ilgiyi hak etmediğini düşündüğü ortaya çıktı. Bir yanı ”Ben değerliyim.”, “Ben hak ediyorum.”, “ Kendimi seviyorum.”, “Ben doğru kişiyim.” gibi inançlar taşırken, diğer yanı “Ben değersizim.”, “Ben hak etmiyorum.”, ”Kimse beni sevmiyor.”, “Ben doğru kişi değilim.” gibi çelişkili inançları ifade etmekteydi. Yasemin’in de hep sergilemeye çalıştığı yaklaşım da, çocukluğumuzdan bu yana çok iyi bildiğimiz iki seçenekten -iyi ya da kötü- doğru olanı, iyiyi seçmek adına, kötü olarak tanımladığı ne varsa yok saymak, gölgesini mümkün olduğunca derinlerde bir yerlere saklamak olmuştu. Aslında geriye dönüp baktığımızda, küçük yaşlarımızdan itibaren bize öğretilen davranış kalıpları çerçevesinde, hepimizin zaman zaman başarısız sonuçlardan sonra bir şey yokmuş gibi varsayıp, hatta davranıp “Her şey çok iyi oluyor” tesellisini Yasemin gibi yüksek sesle söylemeyi tercih ettiğimizi söyleyebiliriz. Biz gölgelerimizi bastırmaya çalıştıkça, gölgeler de bizim dikkatimizi daha çok çekmek adına yüzleşme sahnelerini karşımıza çıkardıkça, Yasemin’in yaşadığı çelişkileri farklı sıfatlarla, farklı cümlelerle, yaşamımızın farklı alanlarında yaşamaya da devam ediyoruz. Bu noktada ya adının ne olduğundan bağımsız kişisel gelişim için kendimize ir yol arıyoruz, ya da kurban dramasını seçip mücadele etmekten vazgeçiyoruz. Yasemin ile nasıl ilerlediğimizi ana hatlarıyla aktarmadan önce, Carl Gustav Jung’un gölge kavramına nasıl yaklaştığına ilişkin birkaç cümle paylaşmak istiyorum.
 

Jung ve Gölge:
Jung gölgeyi olmamayı tercih ettiğimiz kişi olarak tanımlamaktadır. Ego, bilincimizin merkezi ve kişiliğin de görünen yüzü olurken, gölge onu tamamlayan ve yok saymayı tercih ettiğimiz tüm zayıf yönleri içermektedir. Sahip olduğumuz değerleri ortaya çıkarmak için gölge ile bütünleşmek Jung’a göre karanlığın içindeki altını bulmak anlamına gelmekteydi. Aksi takdirde hoşlanmadığımız bir yönümüzü bastırmaya, derinlere itmeye çalışırken, aynı eksen üzerindeki zıt kutupta yer alan olumlu yönümüzü de bastırmış olmaktayız. Eğer güvensizliğimiz yadsırsak, kendimize duyduğumuz güvene de zarar veririz, ya da korkumuzu yok saydığımızda, cesaretimiz de azalır. Benliğimizdeki tüm çatışmalarla yüzleşmek bizi büyütecek ilk adım olacaktır. Gölge ile yüzleşmek, gölgenin etkisini azaltırken, eksenin olumlu yanını da güçlendirecektir. Eğer gölge tanımımızı, ya da daha doğru bir ifadeyle gölge ile yüzleşme niyetimizi, altta yatan değerli kaynağa ulaşmak olarak tanımlayabilirsek, böyle bir dönüm noktası deneyimleyebiliriz. Bununla birlikte yok saymaya çalıştıkça diğer insanlarla etkileşimimizde, gölgenin gittikçe sıklaşan sahneleriyle de karşılaşırız. Ta ki bu karşılaşmalar bizi gölgemizle yüzleşecek cesareti kazandırana dek…
  
Yasemin’nin Hikayesinin Devamı:
Yaseminin vakasına geri dönersek, insanların kendisine değer vermediği bir anı tekrar yaşamak görüşmenin başlangıç noktası oldu. Daha sonra bu durumu daha güçlü, daha pozitif ve daha kapsayıcı kaynağa ulaşmak için bir başlangıç adımı olarak değerlendirerek, alta yatan değeri ortaya çıkarmak için tek tek tüm katmanların farkına vararak ilerledik. En derindeki değeri keşfettiğimiz de yol boyunca adlandırılan tüm aşamaları bu değerle dönüştürüp, zenginleştirmek üzere çalıştık. Yasemin kaynağa ulaştığında uçuk pembe bir sevgi ile karşılaşmıştı. Tüm aşamaları uçuk pembe sevgi ile dönüştürdüğünde ve son aşamaya (ya da çalışmanın en başındaki kendini güvende hissetmediği sahneye) geldiğimizde artık sadece yüzünde bir gülümseme vardı. Artık gölgesini yok saymak gibi bir zorunluluğunun kalmayışı, onu gerçekten rahatlamıştı, hatta ilk başta tanımladığı gölge cümlesini bile hatırlamakta zorlamıştı. Deneyimlediği güvensizlik artık onu uçuk pembe sevgiye ulaştıran hediyeden başka bir özellik taşımamaktaydı.

 
Jung’a göre bize yol göstermek, bizi büyütmek ve özgürleştirmek için var olan gölgeler aslında tüm insanlık ile birlikte paylaştığımız ortak bilinçdışının bir parçasıdır, başka bir ifadeyle holografik evren kavramı ile çok paralel bir ifadeden söz etmektedir. Yıldız Savaşları serisinde tanıştığımız hologramın üç boyutlu olması dışında, belki de daha da etkileyici olan özelliği her bir parçasında bütünü barındırmasıdır. En basit anlamda üzerinde kredi kartı logosu kaydedilmiş bir holografik filmi ikiyi bölerseniz ve sonra her bir parçayı lazer ile aydınlatırsanız, her parçanın logonun tamamını yansıttığını görebilirsiniz. Daha küçük parçalara bölme işlemini devam ettirseniz de sonuç değişmeyecektir, her bir küçük parça bütünü yansıtmaya devam edecektir, sadece netliği biraz daha azalacaktır. Normal iki boyutlu fotoğrafların aksine holografik bir filmin en küçük parçası tüm görselin bütününü kapsamaktadır. Dolayısıyla dünyadaki insana dair ne varsa, derinlerde bir yerlerde bizim içimizde de var. Ortak bilinçdışında olmak istediğimiz kişiye ait özellikler olduğu gibi, olmak istemediğimiz kişiye ait özellikler de bulunması, aynen holografik evren tanımında olduğu gibi her bir birey olarak biz, tüm evrenin yansımasını taşımaktayız. Yüzleşsek de, yüzleşmesek de gölgelerimiz var, olmaya da devam edecekler. Seçim yapma özgürlüğü ile dünyaya gelmiş olan bizler, karanlıktaki altını bulabilir, gölgelerimize teşekkür ederek, alta yatan muhteşem, parlak değerlere ulaşabiliriz.

Bugünün hikayesi: Bir bardak tuzlu su ve evrenin sırrı

Evrenin gerçeğini anlayabilmek için bir bardak tuzlu su içmelisin. Chandoya Upanishad
Shvetaketu 12 yılını bir guru ile birlikte kutsal yazıtları çalıştıktan sonra, babasının yanına döner ve öğrenilebilecek tüm bilgilere sahip olduğunu söyler. Babası ise oğlunun bu söylediklerine şüphe ile yaklaşır. Kimsenin her şeyi bilebileceğine inanmamaktan öte, tüm bilgilerin kitaplardan öğrenilebileceğine ilişkin de şüpheleri vardı. Shvetaketu’nun babası basit bir deneyle oğluna evrenin “gerçeğini” göstermek ister ve bir tutam tuzu bir kap suya boşaltır ve gece boyunca öylece bırakır. İkinci günün sabahı baba oğlundan, dün akşam suyla karıştırdığı tuzu ayırmasını ister, oğlu elini suya sokar, tuzu arar ancak tüm tuz eriyip suya karışmıştır. Daha sonra baba oğlundan ikinci bir talepte bulunur ve sudan bir yudum içmesini ister.
“Suyun tadı nasıl?” diye baba sorar.
Oğlu “Tuzlu” diye yanıtlar.
Sonra baba oğlundan kabın ortasından bir yudum almasını ister ve yine tadının nasıl olduğunu sorar. Oğlunun verdiği yanıt yine aynıdır “Tuzlu”.
Son olarak babası kabın diğer tarafından tatmasını ister ve oğlunun verdiği yanıt yine “Tuzlu” olur.
Her sorusunun yanıtını “Tuzlu” olarak alan baba devamında evreninin sırrını her damlasının tuzlu olmasıyla açıklar. Tuzlu su benzetmesi, her şeyin gizli doğasını açıklamaktadır. Kabın içerisindeki suyun her damlasının tuzu içermesi gibi, evrenin her parçası kendi özünü içermektedir. Herkes birbirinden farklı olsa da, herkesin içinde everenin özü bulunmaktadır. Bu öz, oğlunun tattığı her yudumdaki görülmeyen tuz gibidir, görülmemektedir, ancak orada olduğuna inanabiliriz..

 Son soru: Karanlıktaki altınlarınızla yüzleşmeye hazır mısınız?