Önce bir kaç meraklı soru
-İlk okul yıllarında, lise de ve sonrasında üniversitede nasıl bir öğrenciydiniz?
-Okula gitmek sizin için ne kadar eğlenceliydi?
-Yaz tatilinin bitmesi, okulların açılması nasıl bir haberdi?
-En sevdiğiniz ders hangisiydi?
-En sevdiğiniz öğretmeniniz kimdi?
-En sevdiğiniz öğretmeninizden aklınızda kalan cümle nedir?
-Ne olsaydı okulu daha çok severdiniz?
Oyun oynamak mı yoksa ders çalışmak mı?
Nöropsikojinin babası olarak kabul edilen Donald Hebb’in 1930’larda yapmış olduğu bir çalışma eğitime bakış açımızı değiştirdiğimizde sonuçların ne kadar şaşırtıcı olabileceğini ortaya çıkarıyor.
Altı ve on beş yaşları arasında altı yüz öğrenci ile yapılan bu çalışmada öğrencilere artık okul için çalışmalarının gerekmediği söylenir. Devamında tüm paradigmalarımızın tersine eğer derste uygun olmayan şekilde davranırlarsa, cezalarının dışarıya çıkıp oyun oynamak olduğu belirtilir. Eğer tanım gereği sınıf içinde uygun davranırlarsa kendilerine ödev verileceği açıklanır. İlk bakışta tümöğrencilerin cenneti gibi olan bu deneysel çalışmanın sonucu, üzerinde düşünecek çok malzeme yaratan bir paradoksu ortaya çıkarır. Bir kaç gün sonrasında öğrenciler ders çalışmayı, bahçeye çıkıp oynamaya tercih etmeye başlarlar. Öğrencilerin daha yüksek ders notları ile çalışmanın ikinci pembe sonucu olur.
Daniel Goleman tüm ülkelerde çok satan Duygusal Zeka kitabında IQ’nun başarı üzerindeki etkisinin sadece yüzde yirmi ile sınırlı olduğunu söylemişti. Geriye kalan yüzde seksenlik dilimin içinde duygusal zekanın pek önemli olduğunu da eklemişti. 1930’lardan Hebb’in çalışması ve Goleman’in kitabından öğrendiklerimiz bize zorunlulukları değil, ayrıcalıkları seçtiğimizi söyler.
Sayfanın başındaki meraklı sorulara verdiğiniz yanıtlara şimdi tekrar baktığınızda zorunluluktan mı, yoksa kendinizi şanslı ve ayrıcalıklı hissettiğinizden mi o ders veya o öğretmeni sevdiğinizi söylediniz?
Şimdi nasıl bir “hoca” olmaya çalışıyorum?
Öncelikle “hoca” olmamaya çalışıyorum. Bir tarafın bir şeyler öğrettiğine, diğer tarafın da bir şeyler öğrendiğine dayanan tek yönlü bir ilişkiyi anlayamamakta direniyorum. Çok yıl kurumsal anlamda eğitimin vermenin deformasyonu mu bilmiyorum. Ancak katılımcılarım yetişkinler. Yetişkinler ne zaman bir fikri, düşünceyi, yaklaşımı satın alırlar? Yanıt hep aynı kendilerine faydası olduğu zaman.
Kurumsal bir seminer programında performans değerlendirme sonucunda gelişim alanı çıktı diye, müdürü dedi diye gelen katılımcı için de, işletme yüksek lisans öğrencisi için de hikaye aynı… Aynı tarafta kalıp, eğitim malzemesini gerçek yaşama nasıl yansıtabileceğimizi tartışıyoruz sadece… Bu nedenle çok daha dikkatli dinliyorlar, çok daha keyifli sorular soruyorlar. Sonuç: aktarılan malzeme/ bilgi hepimiz için büyüyorO
“İyi notu ben aldım, kötü notu hoca verdi.” cümlesine inat kendilerine not vermelerini istiyorum. Şu ana kadar katılımcıdan not almaya alışmış olan ben için, birilerine not vermek farklı bir deneyim olacağı için oryantasyon sürecinde bu sorumluluğu paylaşmak istiyorum.
Kime odaklanmak gerekiyor? Yüksek performansı olan çalışana mı yoksa düşük performans olan çalışana mı?
Yüksek Lisans öğrencileriyle her bir araya geldiğimizde şaşırıyorum ya da birlikte şaşırıyoruz. Kurumlara yapılan eğitimlerde yöneticilerin kendilerine bağlı çalışanlara odaklanırken önceliklendirme kriterlerini hep tartışırız. Seminer modelleri ve akademik çalışanlar “iyi performans” sergileyenlerin önceliklendirilmesi gerektiğini, yapılan zaman ve enerji yatırımının geri dönüşü için daha etkili bir yaklaşım olacağını söyler. Bununla birlikte yöneticiler kendilerinin insanlardan harikalar yaratacak potansiyellerine biraz daha fazla yüklenerek hep yetkinliği daha düşük olan çalışanlardan başlamak istediklerini söylerler. Benim sahnem olduğu ve sektör ve kurum örnekleri ile çalışıp geldiğim bir konu olduğu için bu durumda tartışmayı daha sağlıklı yönlendirip, tatlıya bağlayabiliyorum, ancak sonuç o kadar da mükemmel oluyor mu? Sözel olarak alınan “peki” yanıtının ardında, kendi saha gerçeklerinin nasıl farklı çalıştığına ilişkin bir kaç şerh cümlesi de mutlaka söyleniyor.
Geçen haftaki derste konu bir şekilde güçlü yönlere odaklanmaya geldiğinde aynı soruyu tüm sınıfa sordum. Şu anda yönetici olanlar kendi ekiplerini, diğer öğrenciler ise varsayılan bir yönetici üzerinden performansı yüksek ya da düşük olan çalışana mı odaklanırlardı?
Tüm sınıf yüksek performansa odaklanırım dediğinde, ben soruyu doğru soramadığımı varsayıp ikinci kez aynı soruyu sordum. Sınıf yine tabii ki iyi çalışanlara zaman ayırırız dediğinde aynı paralelde olmadığımızı sonunda kavrayabilmiştim. Onlar bana neden yanıtı belli bir soruyu sorarak nereye varmak istediğimi merak ederek bakarken, ben de nasıl olup da bilebildiklerini anlamaya çalışıyordum. Daha sonra devam eden iki cümlede hiç de alışık olmadığım bir yanıt aldığımı paylaştım. Demek ki okuldan iş hayatına geçerken hiç bir kalıp, köşeli varsayımlar olmadan doğru bilgiyle iş yaşamına başlanıyormuş. İşin karmaşıklık derecesiyle paralel zaman içinde herkesi aynı kalıplara tıkıştırıyormuşuz. Çocuklar özgür, sınırsız, kalıplar olmadan kutuların dışında düşünüyorlar, derken aynı cümleyi 23-25 yaşındaki gençler için de söyleyebilmek çok ümit veriyorO
Bir kaç meraklı soru:
-Yaşamınızın hangi alanlarında öğrenci olarak kalmayı seçiyorsunuz?
-Çevrenizde sizi şaşırtacak “öğrenciler” kimler?
-Onlardan neler öğreniyorsunuz?
-Öğrenci olmayı zorunluluk mu yoksa şans olarak mı değerlendiriyorsunuz?
-En iyi öğrenme yolu paylaşmak ise öğrendiklerinizi nasıl paylaşıyorsunuz?
-Çevrenizde yeni öğrenciler yaratmak için neler yapıyorsunuz?
Mine Kobal Ok