Oyun Alanı

Bugün spritüel yazsam, ne güzel olur dedim. Mutluluktan bahsederken kendini tanımaktan ve değerlerini keşfetmekten bir sonraki adım varoluşa dayandığından olsa gerek, bugün biraz daha spritüel bir yazı yazmak istiyorum. Çocukken daha sık, büyüdükçe günlük koşturmadan boğulduğumuz için daha da az sorduğumuz bir sorudan “Neden bu dünyadayım?” sorusundan yola çıkarak bugün bilgisayarın başına oturdum.

Zaman zaman depresyon sınırlarını zorladığımız, kendimizi boşlukta hissettiğimiz anlarda sorduğumuz bu soruyu, bazen de kendimizi geçiş döneminde hissettiğimizde, bir şeylerin değiştiği dönemlerde de sorabiliyoruz. Eğer siz de bir şeyler değişiyor, bazı kararlar almam dediğiniz bir dönemdeyseniz ve var oluşunuza ilişkin yanıtlarını merak ettiğiniz, üzerinde düşünmek istediğiniz sorularınız varsa, yazının başlığından esinlenerek kendinize bu oyunda bir puan vererek başlayabiliriz:-)

Neden Bu Dünyadayım?
Bu kadar kocaman bir soruya turuncu çarşaflarla Nepal’de ömürlerini geçiren rahipler bile veremezken, tabii ki benim doğruluğundan emin olduğum bir yanıtım yok. Dolayısıyla bugün yapmak istediğim yanıt vermek değil, sadece konuyla ilgili birkaç soru sormak o kadar. Kendime sorduğum sorulara yandaşlar toplamak, ya da yazarken yeni sorular keşfetmek, hepsi bu kadar, içimden geldiği gibi bir sorudan diğerine atlayan bir yazı…

Bir Nietzsche Sorusu Sormadan
Tanrı mı insanı yarattı, yoksa insan mı Tanrı’yı yarattı benzeri bir Nietzsche sorusu sormadan, birkaç yıl önce okuduğum, ancak referans verecek kadar da net hatırlamadığım bir yazıdan bahsetmek istiyorum. Yazının konusu insanlığın hikayesinin nasıl başladığıydı.
 
Ne isterse yapabilecek güce ve kudrete sahip Tanrı’nın bir gün canı sıkılır,çünkü yapamayacağı bir şeyin farkına varır. Her şeyi görebilen, duyabilen ve bilen Tanrı sadece bir tek şeyi yapamıyordu, o da kendini gözlemlemek. Pek muktedir Tanrı nasıl kendini gözlemleyebilirdi? Bu sorunun yanıtı üzerinde düşünen Tanrı sonrasında insanları yaratır. Tüm insanlar da bu nedenle içlerinde Tanrı’nın bir parçasını taşır. Bu aradaTanrının oyun alanında işlerin keyifli, eğlenceli, heyecanlı ve sürükleyici olabilmesi için önemli bir kural vardır. Tanrı tüm insanlara seçme özgürlüğü tanır, böylelikle tüm düşüncelerimizin, kararlarımızın ve başımıza gelen her türlü hikayenin sorumluluğunu da biz almış oluruz. Tanrının oyununun ne kadar adil bir oyun bilmiyorum. Ancak kimsenin yaşamın adil ve olması gerektiği gibi bir oyun alanı olduğunu iddia edeceğini sanmıyorum. Yaşam olması gerektiği gibi ya da bizim sınırlı algılarımıza göre olması gerektiği gibi bir oyun değil, sadece olduğu gibi bir oyun o kadar. Büyük oyun örgüsü içinde bizim bireysel olarak rollerimiz var. Dünyaya gelirken üzerinde anlaştığımız, evet ben bunu oynamak istiyorum dediğimiz senaryolarımız var. Ancak sahne tamamen doğaçlama çalıştığı için, bizim seçimlerimiz tüm hikayeyi çok daha sürükleyici kılabiliyor. Her aldığımız kararla bize sunulan seçeneklerin (gördüğümüz ya da göremediklerimizin içinden) birini seçiyoruz, sonra ikinci bir karar ile farklı bir yola giriyoruz ve tüm oyuncuların farklı etkileşimleri sonucunda oyun sahnesinde çok karmaşık ancak rejisör koltuğundan çok da net bir oyun içerisinde yerimizi alıyoruz.

Devamında kendime sorularım:
- Var olarak yaşama, çevreme ve kendime nasıl bir renk katabiliyorum?
- Var olarak yaşama, çevreme ve kendime nasıl bir renk katmak istiyorum?
- Potansiyelimi gerçekleştirmek için, mutlu olmak için yaşamımın farklı alanlarında neler yapıyorum?
- Neler yapabilecekken neler yapıyorum? - Yaptıklarım pek de işe yaramadığında neler yapıyorum?
Yaratılanı hoş gör, Yaradan'dan ötürü.- Yunus Emre

Oyun Alanındaki Dersler
Tanrının Oyunu muhteşem tasarlanmış bir oyun… Dersimizi almadan, bir sonraki düzeye geçmek mümkün değil, bu nedenle de oyunda alamadığımız her ders sonunda tekrar başa dönüyoruz. Ancak biz bunu çoğu zaman kaçırıyoruz, dersimizin ne olduğunu bile anlayamadan benzer senaryolar içinde kendimizi buluyoruz, ta ki senaryodaki rolümüzü keşfedene kadar. Sonrasında da dersimizle ilgili savaş başlıyor…

Sorular, sorular:
- Çevrenizde farklı zaman dilimlerinde sizi rahatsız eden, bir şekilde çatışma yaşadığınız kişileri düşündüğünüzde, ortak özelliklerinin ne olduğunu söyleyebilirsiniz?
- İlişkilerinizi, özellikle ayrılıkla ya da sizin istemediğiniz bir şekilde sonuçlananları düşündüğünüzde ortak yaşananları nasıl tanımlarsınız?
- İlişkilerinizin yaşam döngülerine baktığınızda nasıl başlıyorlar, nasıl gelişiyorlar, tay tay aşamasından ergenliğe sonra olgunluğa nasıl geçiyorlar, nasıl olgunluk platosunda kalıyorlar ve nasıl yaşlanıp, tüm hikayeleri unutacak kadar bunuyorlar?
- Tüm bu nasıllarda ilişki içindeki denge nasıl sağlanıyor/ sağlanamıyor?
- Bir şeyleri daha çok veren, bir şeyleri pek de katmayan taraflar hep aynı mı?
- İlgiden boğulan, ilgisizlikten şikayet eden taraflar peki nasıl?
- Güç dengeleri için neler diyebilirsiniz, tüm ilişkilerde nasıl?
- Tekrar eden bir dramalara rastlayabildiniz mi?


Oyun alanındaki temel kurgunun en kritik özelliği herkesin kendi oyununu çok sevmesi, bu nedenle de derslerimizi fark edebilmek için çok yılların geçmesi gerekebiliyor. (Ben yeni neslin daha şanlı olduğuna inananlardan olsam da…) Kendi aklımızı, kendi sahnemizi o kadar seviyoruz ve ona inanıyoruz ki, tüm kabahati birilerine gönül rahatlığı ile atabiliyoruz. Hatta o kadar iyi oynuyoruz ki bu oyunu, herkes bizim gibi oynamaya başladığında her şeyin mükemmel olacağına inanıyoruz. Bu uğurda gerçekten çok çalışıyoruz, sadece herkesi kendimize benzetmek için. İkili ilişkilerde sevgilimizi kendimize benzetmeye çalışıyoruz, bazen farkında olarak, bazen de hiç farkında olmadan sadece iyi niyetle… Ve sonuç yine aynı oluyor, sınıfta kalıp aynı dersi tekrarlıyoruz.

Son temenni: Oyun alanında hepimize bol bol puanlar ve iyi eğlenceler:-)
 

Son söz: Hayatı çok ciddiye almayın. Daha ondan canlı kurtulan olmadı. - Elbert Hubbard