Pinokyo’nun Burnu

Sabah nefis kızarmış ekmek kokusu, üzerinde dumanı ile yeni demlenmiş çay ve sevgiliniz ile birlikte kahvaltı masasındasınız. Bol koşturmalı bir güne başlamadan önce biraz sohbet etmek iyi gelir hevesiyle elindeki telefonu ile oyalanan sevgilinize pek de düşünmeden soruyorsunuz “Nerelerde geziniyorsun?” Gelen cevap müthiş “Facebook’dayım, eski kız arkadaşımın son tatil fotoğraflarına bakıyorum. Acaba ayrılmasaydık nasıl olurdu diye düşünüyorum.”
İşte asansörden indiniz masanıza doğru kafanız yerde ilerlerken en müdürünüz Size soruyor “Nasılsın bugün?” Hiç de istemeden ağzınızdan çıkanları hayretle duyuyorsunuz. “Aslında işten ayrılsam mı diye düşünüyorum, hatta bir kaç yere haber bile gönderdim.”
İş sonrası üniversite arkadaşlarınız ile buluşuyorsunuz. Çok yıl sonra da hala pek fit olduğunuzu bağıran halinize inat “Aaa son gördüğümden bu yana kilo aldın di mi?” cümlesini duymak hiç de iyi gelmiyor.
Jim Carey’nin “Yalancı Yalancı” filmi gerçek olsa Sizce nasıl olurdu?
Yalanı sevmiyoruz. “Yalancısın sen” nasıl ağır bir hakaret cümlesi. Yalan da söylemiyoruz desek de “nezaket”, “görgü”, “uyumlu olmak” kılıfları ile yalan söylüyoruz. Pembe, beyaz, küçük ya da büyük. Bu konuda çalışan psikologlardan Bella de Paulo’nun araştırma sonuçları ortalama bir insanın günde bir buçuk yalan söylediğini söylüyor. Artı, eksi, kocaman ya da zararsız ortada bir buçuk porsiyon yenilmesi, yutulması zor yalan var.
İşte tam bu noktada bir kaç koçluk sorusu iyi geliyor:
-Dönüp kendimize baktığımızda söylediğimiz yalanları toparladığımızda neler fark ediyoruz? Kime/ kimlere yalan söylüyoruz? Hangi sahnelerde yalan iyi bir kurtarıcı oluyor?
Ve esas soru “Yalana ihtiyaç duymamızın altında öylece yatan nedenin adı ne?”
Mine Kobal Ok, ACC