Sosyal Medya İyi Bir Şey Mi?

İyi bir şey mi sorusunu seviyorum. Dilbilgisi kuralları ile ne kadar barışık, ya da ne ölçüde zengin bir ifade şekli olduğunu tartışmadan, neye yarar ve nelerlerde karnımızı ağrıtabilir sorularının iyi bir özeti olduğunu düşünüyorum.

 
Son Bir Kaç Yılda…
Yirmi yıl kadar geriye gittiğimizde hepimizin internet ile nasıl tanıştığına dair benzer bir hikayesi vardır. Ben üniversitenin son bir kaç yılında proje hazırlarken tanışmıştım kendisiyle. 1999 yılında Amerika’ya gittiğimde her yerde “www” diye başlayan reklamları görmek, memlekete yazılan e-postalar için haber niteliği taşımaktaydı, her şirketin web adresi vardı… O günlerden bu günlere koşarak geldik, artık dünyanın herhangi bir yerinde olan bir şeyler hiç birimiz için uzun süreli haber niteliği taşıyamıyor. Hemen öğrenebiliyoruz, bunun için haber ajanslarına dahi ihtiyacımız yok. Blog yazarları, twitter mesajları çok daha hızlı çalışıyor. Son bir kaç yılda olanlar daha önce bildiklerimiz, ekonomi derslerinde öğretilenlerle de hiç örtüşmüyor, farklı bir döneme geçiş yapıyoruz, istesek de istemesek de.
 
Matbaanın İcadından Bu Yana Bildiklerimiz
1400’lü yılların ortasında matbaanın icadı ile dünyada nelerin değiştiği bugün tarih derslerinde nasıl anlatılıyorsa, sanırım çok yıl sonra 2000’li yılların başında sosyal medya ile nelerin değişeceği de benzer bir şekilde anlatılacak. Yeni medya ve internet teknolojileri üzerinde yazan, konuşan ve eğitim veren Clay Shinky’nin de ifade ettiği gibi, matbaa sonrasında telgraf ve telefon ile iletişim farklı bir boyut kazanmıştır. Bir mesajı ileten, karşısında da mesajı alan bir kişinin olduğu iletişim seçenekleri radyo ve televizyon sonrasında bir kişinin ilettiği mesajların çok kişiye ulaştığı bir forma bürünebilmiştir. Ancak internet ile iletişim maliyetlerinin sıfıra yaklaşmasının yanısıra, çok kişinin eş zamanlı çok kişiyle iletişim kurabileceği bir platform ile de tanıştık. Ve aynen 1400’lü yıllarda olduğu gibi dünyanın daha önce hiç görmediği bir değişimi hep birlikte yaşamaya başladık. İnternetin kapsayıcı özelliğinin kendisinden önceki tüm mecraları bünyesine alabilecek kadar geniş olmasının sonucu, bilgisayarlarımızın kütüphaneye, telefona, televizyona, radyoya, DVD oyantıcıya dönüşmesi oldu.
 
Sonuç: Ekonomi derslerindeki temel varsayımlar ciddi şekilde sarsılmaya başladı.
 
1. Adam Smith’in meşhur “no free lunch” –bedeva yemek yok- cümlesi birinci sınıfta Taner Berksoy Hoca’nın bize sınav sorusuydu. Taner Hoca bugün aynı sınavı yapsa eminim artık bu cümlenin ne kadar geçerli olduğunu soracaktır. Kanıta dayalı yanıt vermem gerekirse bakınız Wikipedia ve Jimmy Wales örneği… İnsanların sadece eğlendikleri ve değer yarattıkları için çalıştığı bir sistem bugünün ekonomisinde var olabiliyor. Diğer bir örnek ise ted.com’da yapılan çeviriler, karşılığında kimse bir bedel ödemiyor, sadece ancak çeviriyi yapan kişinin ismi sayfada geçiyor. İsminin yazılması, yaparken keyif almak, daha büyük bir sistemin bir parçası olmak karın doyuruyorsa, Adam Smith’in Ulusların Zenginliğindeki cümlesinin hala geçerli olduğunu söyleyebiliriz.
 
2. İkinci tehdit altındaki ekonomi kavramı “Azalan Marjinal Fayda” olmaktadır. Aslında tehdit altında demektense, yeniden tanımlanması gereken demek daha sağlıklı olacaktır. Ekonomi derki her hangi bir ürünün ya da hizmetin tüketilme süresi uzadıkça, verdiği keyif de zaman içerisinde doyum noktasına yaklaştıkça azalmaktadır. Çöldeki birinci bardak su ile, yirmi beşinci bardağın değerinin aynı olmaması yada birinci çikolatalı pasta dilimi ile üçüncü dilim arasındaki fark konu anlatımındaki en klasik örneklerdir. Şimdi bu yaklaşımı internetteki paylaşımlara taşıdığımızda tanımların tekrar gözden geçirilmesinin kaçınılmaz olduğu ortaya çıkmaktadır. Şöyle ki facebook, ya da blog’da yayınladığınız bir yazı okuyucuların yorumlarıyla daha da zenginleşebiliyor. Dolayısıyla üretici ve tüketci tanımlarının bütünleşmesi marjinal faydanın azalmamasını da beraberinde getiriyor.
 
Klasik ekonomi kavramlarını yeniden ifade etmeye çalışmanın ardından sosyal medya ile nasıl yaşamak istediğimizi, ne kadar mutlu olduğumuzu sormak istiyorum, en azından kendime…
Uzun bir dönem sosyal medyaya çok sıcak bakmayan, eski arkadaşların adı üzerinde eski olduklarına inanan biri olarak bugün biraz daha farklı düşündüğümü söyleyebilirim. Eksileri ve artıları birlikte değerlendirdiğimizde şöyle bir tablo ortaya çıkabiliyor.
 
Önce eksiler:
-Sadece el alışkanlığından facebook’a girmenin önüne geçilmez konsantrasyon kazaları ve zaman maliyetinden şikayetçiyim.
-Senin kaç arkadaşın, kaç takipçin var sorularını da anlamsız buluyorum.
-Piyale Madra’nın çizdiği gibi yataktaki Adem ve Havva’nın matrak fıkrayı kucaklarındaki bilgisayar üzerinden paylaşmalarının ilişki adına pek de sevimli bulmuyorum.
-Masadaki rakı-balıkların ya da kebapların resimlerinin profile yüklenmeden afiyet olsun denememesini de sevimli bulmuyorum.
 
Şimdi de artılar:
-Bir konuda görüşünüz varsa, coğrafi sınırlardan hedeflediğiniz kitleye ulaşmanın sıfır koordinasyon maliyetini seviyorum.
-Yeni insanlar ve yeni işbirliği fırsatlarıyla tanışmayı gerçekten destekliyorum.
-Tartışma platformlarında kaynak ve görüş paylaşımlarının iki tarafından dışında, sadece okuyucu olarak dahil olan üçüncü tarafları da çok zenginleştirmesinden keyif alıyorum.
-Söyleyecek sözünüz olduğunda, kendi yorumunuzun devamında yer alacak farklı/ çakışan/ çelişen yorumlarına açık durabilme cesaretinin bizi büyüttüğünü düşünüyorum.
-Olumlu altyapı anlayışını, sadece beğen, yorum yap ve paylaş seçeneklerini ve kimlerin seni bağlantı listesine eklediğini görebilmeyi seviyorum. Yeni dünyanın olumlu temellerle inşa edileceğine inanmak istediğim gibi…
 
Sonuç: Yine kilit değer denge olmakta… Gabriel García Márquez’ın Anlatmak için Yaşamak kitabındaki gibi paylaşmaktan aldığımız keyif mi kocaman, paylaşmak adına kaçırdığımız keyif mi?
 
Mine Kobal Ok